Disney Plus Atatürk dizisini iptal etti, solda tartışmalar başladı: Hangi Atatürkçülük…

Disney Plus adlı platformun önceden duyuruları yapılan Atatürk dizisini yayınlamayacağını ilan etmesinin ardından geniş kesimler platforma tepki gösterdi. Dizinin iptalinin arkasında sözde soykırım tezlerini savunan Ermeni lobisinin bulunması ise Türkiye’deki kamuoyu tepkisini artırdı. İktidarın da platforma müdahale etmesi tartışmaları başlattı.

Fatih Yaşlı, Sol’da yayınlanan Bir anomali hali: Atatürkçülüğün yokluğu yazısıyla, iktidarın cumhuriyetin kurucu felsefesiyle hesaplaşmak üzerine bina edilmiş ideolojisine rağmen, Atatürk’ü ‘sahiplenme’ girişiminin iki yüzlülük olduğunu ortaya koyuyor. İktidarın rahatlıkla ‘Atatürkçülük’ yapabilmesini de Atatürkçü bir siyasal hattın yokluğuna bağlıyor. Yaşlı, Bugün iktidarın “Disney Atatürkçülüğü”nün karşısında apolitik bir Atatürkçülükten başka bir şey yoktur ve bu yokluk hali Türkiye siyasetinde çok büyük bir boşluk yaratmaktadır.” Diyerek CHP’nin de Atatürkçü bir siyasal hattı bulunmadığının altını çiziyor.

Yaşlı şöyle diyor:

Evet, bugün Türkiye’de kendisine Atatürkçü diyen milyonlar vardır ama bu Atatürkçülük “Atam” fetişizminden, nostaljiden, sosyal medyada fotoğraf, video paylaşımından ve ulusal günlerde bankaların çektikleri reklam filmlerine bakıp duygulanmaktan öteye gitmemektedir. Kendisine Atatürkçü diyerek bunun üzerinden siyaset yapan, hegemonya kurmaya çalışan, iktidar perspektifine sahip olan bir siyasi özne, bir siyasi aktör ise yoktur ve bunun nedenleri üzerine kafa yorulması gerekmektedir.

Yaşlı, 68 hareketinden yola çıkarak Atatürkçülük ile sosyalist sol arasında kurulan, beraber yükselişe geçen, birbirini meşrulaştıran ve anti emperyalist bir politikanın inşa edilebilmesini sağlayan bir ilişkiyi tarif ediyor. 90’lardaki Kemalist aydın kırımıyla Atatürkçülüğün bağımsız bir siyasal özne olmasının engellendiğini, İslamcılığa ve liberalizme alan açıldığını vurguluyor. Yaşlı, bugün, CHP’nin de temsil etmediği, ayrı bir siyasal merkez de yaratamayan Atatürkçülüğün siyasal bir özne olarak var olmasının önemine vurgu yapıyor.

Fatih Yaşlı’nın tartışma başlatan, “Bir anomali hali: Atatürkçülüğün yokluğu” yazısı şöyle:

“Disney Plus’ın baskılar neticesinde Atatürk dizisini yayınlamaktan vazgeçmesinin içeriye yansımalarından biri dinci gericiliğin görkemli bir riyakârlık müsameresine girişmesi oldu. Varoluşlarının temel nedeni Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle hesaplaşmak, 1923 paradigmasını yıkmak ve fiili bir şeriat rejimi inşa etmek olanlar ansızın Atatürkçü kesildi, başkalarının Atatürkçülüğünü beğenmez oldu, muhalefeti Atatürk’e sahip çıkmamakla ve ikiyüzlülükle suçladı.

Pragmatizmi ilkesizlik seviyesinde olan ve iktidarını devam ettirmek için her şeyi mubah gören bir zihniyetin bunu yapması şaşırtıcı değil elbette. Ancak şaşırılması ve üzerine düşünülmesi gereken bir mesele var: İslamcılar böyle kolayca ve pervazsız bir şekilde bir günde Atatürkçü olabilir ve buradan bir hegemonya üretebilirken, nasıl olmaktadır da bu riyakârlık müsameresi güçlü bir şekilde ifşa edilememekte, bu hegemonyayı kıracak bir karşı söylem, bir karşı duruş sergilenememektedir?

Bu sorunun yanıtının ülkenin içerisinde bulunduğu “anomali” ile ilgili olduğu düşünülebilir. Türkiye bir yandan neredeyse toplumun yarısını oluşturacak bir şekilde geniş kesimlerin kendisini Atatürkçü, cumhuriyetçi, laik, seküler vs. olarak gördüğü ama öte yandan bunun siyasete yansımadığı, siyasal alanda buna dair bir mücadelenin yaşanmadığı, bunları savunmaya ve iktidara getirmeye dair bir iradenin mevcut olmadığı tuhaf bir dönemden geçmektedir.

Evet, bugün Türkiye’de kendisine Atatürkçü diyen milyonlar vardır ama bu Atatürkçülük “Atam” fetişizminden, nostaljiden, sosyal medyada fotoğraf, video paylaşımından ve ulusal günlerde bankaların çektikleri reklam filmlerine bakıp duygulanmaktan öteye gitmemektedir. Kendisine Atatürkçü diyerek bunun üzerinden siyaset yapan, hegemonya kurmaya çalışan, iktidar perspektifine sahip olan bir siyasi özne, bir siyasi aktör ise yoktur ve bunun nedenleri üzerine kafa yorulması gerekmektedir.

Her şeyden önce bugün Atatürkçülük ideolojik ve teorik olarak sahipsizdir; onu dört başı mamur bir şekilde doktrinleştirmeye, güncellemeye, dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya yarayan bir teori haline getirmeye çalışan bir aydınlar topluluğundan, bir fikri odaktan söz etmek mümkün değildir. Bu ise Türkiye’nin 90’lı yıllarda yaşadığı aydın kırımı ile ilgilidir.

90’lı yıllar boyunca Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi yüzü sola dönük, Atatürkçü ya da doktriner ifadesiyle Kemalist aydınlar katledilmiş, bu kırım politikalarıyla adeta İslamcılık ve liberalizm için düşünsel bir “saha temizliği” yapılmıştır. Bugün kendisine Atatürkçü diyenlerin elinde ise bir ahmaklaştırma makinesi olarak Sözcü gazetesinden ve okuduğunuzda daha da cahilleşeceğiniz Uğur Dündar, Yılmaz Özdil gibi tüccarlardan başka bir şey kalmamıştır. Cumhuriyet gazetesinin ve oradaki birkaç yazarın ideolojik/teorik bir hat tutmaya çalıştıkları doğrudur ama onların da görece olarak etkileri az ve toplumsallıkları zayıftır.

Atatürkçülüğün siyasal alanda özerk ve etkili bir güç olamamasının diğer nedeni elbette ki CHP’dir. CHP’nin bugün altı okla –hamasetten beslenen bir milliyetçilik-dışında uzaktan yakından alakası yoktur. CHP cumhuriyetin ve 1923 paradigmasının çökertilmesine seyirci kalmıştır, ekonomide devletçi ve halkçı bir perspektifi yoktur, laikliğin adını anmamaktadır ve inkılapçılık/devrimcilik bu sözcüklerin düzen içi anlamlarıyla dahi CHP için söz konusu değildir. Ama hal böyleyken kendisine Atatürkçü diyen kitleler bir tür çaresizlik içerisinde ve oyum boşa gitmesin düşüncesiyle her seçimde “tıpış tıpış” sandığa gitmekte ve CHP’ye oy vermektedirler. Yani CHP başka birçok şeyin olduğu gibi Atatürkçülüğün bağımsız bir siyasi güç haline gelmesinin de önündeki en büyük engeldir.

Atatürkçülüğün siyasal alandaki yokluğunun başka bir nedeni solun yokluğudur. Türkiye’de tarihsel olarak bakıldığında Atatürkçülüğün devletin ve elitlerin ideolojisi olmaktan çıkıp toplumla ve halkla buluşmasının aracısı sosyalist sol olmuştur. Sosyalistler 1960’lı yıllarda Atatürkçülüğü yeniden yorumlamış, güncellemiş ve onu dönemin anti-emperyalist ruhunun nirengi noktası haline getirerek kitlelerle buluşturmuştur. Atatürkçülük de bir meşruiyet zemini olarak solun popülerleşmesini ve toplumsallaşmasını kolaylaştırmıştır. Bugün ise sosyalist sol zayıftır, ülkede güçlü bir anti-emperyalist mücadele, güçlü bir emek ve öğrenci hareketi yoktur. Bağımsızlıkçı, yurtsever, anti-emperyalist ve ilerici bir solun siyasette güçlü bir aktör olarak yer almadığı bir dönemde, soldan etkilenip bu saydıklarımızla ilişkilenen bir Atatürkçülük de söz konusu olamamakta, solu popülerleştirecek bir Atatürkçülüğün yokluğunda her ikisinin zayıflığı karşılıklı olarak bir tür kısırdöngü yaratmaktadır.

Bugün bir siyasi güç olarak Atatürkçülüğün yokluğunda cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenmenin, o kazanımlardan geriye düşmeme ve laikliği savunma mücadelesinin öznesi elbette ki sosyalistler olmalıdır. Öte yandan sosyalistlerin Atatürkçü olmadığı, kendilerini böyle sunamayacakları ve bunun üzerinden siyaset yapmayacakları da açıktır. Sosyalistler sosyalistlik yapacaktır. Bugün sosyalist solun öncelikli görevi sermaye düzeni ile siyasal İslam, yani emeğin sömürüsü ile dinin sömürüsü arasındaki bağlantıyı ifşa ederek sınıf mücadelesi ile laiklik mücadelesini bir araya getirmek, bunun üzerinden toplumsallaşmak, bir güç, bir özne haline gelmektir.

Atatürkçülerin ise ister bağımsız bir odak olarak isterse de sosyalistlerle birlikte hareket ederek yüzlerini sola dönmekten, soldan bir Atatürkçülüğü yeniden inşa etmekten, sol-Kemalizm’i yeniden diriltmekten başka çareleri yoktur. Atatürkçüler ile sosyalistler belki her konuda anlaşamayacaklardır, zaman zaman da kavga edeceklerdir ama büyümelerinin koşullarından biri siyaset sahnesinde birlikte var olmaları, birbirlerinin varlığından beslenmeleri, bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi başlıklarda birbirleriyle ortaklaşabilmeleridir.

Bugün iktidarın “Disney Atatürkçülüğü”nün karşısında tıpkı onun gibi müsamereden öteye gitmeyen, apolitik bir Atatürkçülükten başka bir şey yoktur ve bu yokluk hali Türkiye siyasetinde çok büyük bir boşluk yaratmakta, toplumun doğru bir şekilde politize olmasını, toplumsal dinamiklerin harekete geçmesini, kitlelerin sol değerlerle buluşmasını engellemekte, dahası faşizmin yeni bir versiyonunun “seküler milliyetçilik” adı altında kendisine çoğunluğu genç bir kitle tabanı bulmasına yol açmaktadır.

Peki iktidarıyla muhalefetiyle düzen siyasetinin çoklu bir kriz konjonktürüne doğru gittiği ve toplumun yeni arayışlara açık olduğu bu dönem, milyonların kendisine Atatürkçü dediği ama Atatürkçülüğün bir güç olarak siyaset sahnesinde yer almadığı bu tuhaflığın ortadan kalkmasının zeminini oluşturabilir mi?

Bu sorunun yanıtı teorik olarak “evet”tir ama asıl yanıtı böyle bir iradenin açığa çıkıp çıkmaması verecektir. “

KARATAŞ’TAN YAŞLI’YA YANIT: ‘TÜRKİYE SOLUNDA ESKİ BİR HASTALIK’

Evrensel’den Yusuf Karataş ise Yaşlı’nın fikirlerinin tam karşısında konumlanan iki yazı kaleme aldı. Karataş’ın “Meğer tek eksiğimiz Atatürkçülükmüş” diyerek ortaya koyduğu görüşün omurgası Atatürkçülüğün, Kürt meselesindeki tavrını eleştirmeye dayanıyor. Atatürkçülüğü, Kürdistan pazarına egemen olmak için Kürtleri ezdiğini ileri süren Karataş, Atatürkçülerin Türkiye’de bir devlet hizbi olduğunu ve sermayenin bir kısmının ideolojisi olduğunu öne sürüyor. Ayrıca 68’de Atatürkçülük ile sosyalizm arasında kurulan bağların reddi de Karataş’ın fikirlerinden bir diğeri.

Karataş, Kemalizm’in ilerici yönlerinin abartıldığını öne sürerek, bu abartılan yönlerin savunulmasının “ Türkiye solunda eski (Şefik Hüsnü) TKP’den kalma bir hastalık” olduğunu söylüyor. Karataş, Kemalizm’in ilerici, anti-emperyalist yönlerinin abartıldığını da Kemalist siyasi çevrelerin yani ‘Ergenekoncuların’ AKP’yle ortaklaştığı iddiasıyla açıklıyor.

‘Ergenekoncular’ın kimler olduğu sorusu bir yana Karataş’ın örneğini Fethullahçı Terör Örgütü’nün düzenlediği Ergenekon tertibi üzerinden vermesi de ayrıca dikkat çekici.

Atatürkçülüğün ‘sonunda emperyalistlerle uzlaşmaya varan, cılız bir anti-emperyalizmi olduğunu’ yazan Karataş, Atatürk’ün halkçı-devletçi hattını da eleştiriyor; halkçılığı sınıf çelişkilerini örtmeye/bastırmaya yarayan bir ilke, devletçiliği de devlet kapitalizmi olarak görüyor. Hatta tam da bu noktada geçmişte özelleştirmelere karşı verilen mücadelelere balta vuran bir fikri öner sürüyor:

“Kapitalist mülkiyet değişmiyorsa “özel teşebbüs” ile “kolektif kapitalist” olan devlet işletmeciliği arasında tercih yapmak sosyalistlerin işi midir?”

Karataş, Kemalizm ile sosyalizmi yan yana getiren düşünsel akımları da eleştiriyor. Yön dergisinin eleştirisiyle başlayan Karataş, TKP’nin Yurtsever Cephe deneyini ve Perinçek’i eleştirerek faslı kapatıyor.

Karataş’ın yazıları şöyle:

“MEĞER TEK EKSİĞİMİZ ATATÜRKÇÜLÜKMÜŞ”

“Fatih Yaşlı, Disney Plus’ın Atatürk dizisini yayımlamaktan vazgeçmesi ve buna karşı ülkedeki dinci gericilerin Atatürkçü kesilmesi üzerine dikkat çekici değerlendirmelerde bulunuyor. Yaşlı, önceki gün Sol haber portalında yayımlanan yazısında “Varoluşlarının temel nedeni Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle hesaplaşmak ve fiili bir şeriat rejimi kurmak” olan İslamcıların “Atatürkçü kesilmesi ve bundan bir hegemonya üretmesi”ni ülkenin içerisinde bulunduğu “anomali” ile açıklıyor ve bunda CHP başta kendine Atatürkçü diyen burjuva muhalif güçlerin sorumluluğuna işaret ediyor.

Yazıdaki değerlendirmeleri burayla sınırlı kalsaydı diyecek bir sözümüz olmazdı fakat Yaşlı, yazısının devamında Atatürkçülük ve sosyalist sol arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurmakla kalmıyor Atatürkçülüğü de kendisini var eden tarihsel süreçlerden soyutluyor ve ona sınıflar üstü ilerici vasıflar yüklüyor. Yaşlı’nın değerlendirmeleri bugün sosyalist sol içinde kendini tanımlayan çevrelerin azımsanmayacak bir kesiminin görüşlerini yansıttığı için burada eleştirilmeyi hak ediyor.

Yaşlı, yazısında “90’lı yıllar boyunca Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi Kemalist aydınlar’ katledilerek İslamcılık ve liberalizm için ‘düşünsel bir saha temizliği’ yapıldığını söyledikten sonra “Atatürkçülüğün siyasal alandaki yokluğunun başka bir nedeni solun yokluğudur” diyor ve ardından sosyalist sol ve Atatürkçülük arasında kurduğu ‘varoluşsal’ ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Sosyalistler 1960’lı yıllarda Atatürkçülüğü yeniden yorumlamış, güncellemiş ve onu dönemin antiemperyalist ruhunun nirengi noktası haline getirerek kitlelerle buluşturmuştur. Atatürkçülük de bir meşruiyet zemini olarak solun popülerleşmesini ve toplumsallaşmasını kolaylaştırmıştır (…) Bağımsızlıkçı, yurtsever, antiemperyalist ve ilerici bir solun siyasette güçlü bir aktör olarak yer almadığı bir dönemde, soldan etkilenip bu saydıklarımızla ilişkilenen bir Atatürkçülük de söz konusu olamamakta, solu popülerleştirecek bir Atatürkçülüğün yokluğunda her ikisinin zayıflığı karşılıklı olarak bir tür kısır döngü yaratmaktadır.”

Evet, yazarımız Atatürkçüler ile sosyalistlerin “Büyümelerinin koşullarından birinin siyaset sahnesinde birlikte var olmalarına” bağlıyor ve dahası Atatürkçüler ile sosyalistlerin “Bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi başlıklarda birbirleriyle ortaklaşabildiklerini” iddia ediyor. Yetmiyor, Yaşlı, Atatürkçülük ile sosyalist sol arasında kurduğu bu varoluşsal ilişkinin bir gereği ya da sonucu olarak sosyalist solun da öncelikli görevini de “Sınıf mücadelesi ile laiklik mücadelesini bir araya getirmek” biçiminde yeniden tanımlıyor.

Yazarımıza haksızlık etmemek için yapılan bu uzun alıntılardan sonra şimdi tartışmaya geçebiliriz.

Öncelikle Atatürkçülüğün ya da Kemalizm’in ilerici yönünün abartılması ve ona sahip olmadığı devrimci vasıfların yüklenmesi, Türkiye solunda eski (Şefik Hüsnü) TKP’den kalma bir hastalıktır. Kemalizm, Kurtuluş Savaşı sürecinde cılız da olsa antiemperyalist bir karakter taşıyan bir burjuva hareket ve onun ideolojisi olmaktan çıkartılıp “Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle”nin hareketi ve ideolojisi olarak konumlandırıldığında sınıflar üstü ilerici değerlerin de taşıyıcısı haline gelmektedir. Ancak o zaman kendini Kemalist/Atatürkçü olarak tanımlayan siyasal çevrelerin (Ergenekoncuların) en azından bir kısmının Kürt sorunu ve “Mavi Vatan” gibi konularda Erdoğan rejimiyle neden kader birliği yaptığı ya da bugünkü tekelci burjuva muhalefetin başını çeken CHP’nin neden ‘Atatürk ilkeleri’ni savunmaz/savunamaz hale geldiği de anlaşılmaz olmaktadır.

Sınıf mücadelesinin yerine “Asker-sivil aydın zümre” konduğunda İslamcılık ve liberalizmin egemenliği, Türkiye kapitalizminin emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içinde geçirdiği değişim ve bu temelde egemen sınıfın kendi içindeki ve asıl olarak işçi-emekçilere karşı sürdürdüğü mücadelenin bir sonucu olarak değil, Kemalist aydınların tasfiyesiyle izah edilebilmektedir.

Oysa Kemalist hareket, Türk burjuva hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecindeki cılız antiemperyalizmini Cumhuriyet’in ilanı ve feodal devletin (Osmanlı) tasfiyesi sürecinde attığı kimi ilerici (Hilafetin ve saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin ilan edilmesi, medeni kanunun kabul edilmesi, laiklik ilkesinin benimsenmesi gibi) adımlarla devam ettirmiştir. Ancak Kemalizm’in Türk burjuva hareketi olduğu kabul edilmeden ne ulusal hak eşitliği isteyen Kürtlere karşı yapılan katliamlar ve ne de cumhuriyet rejiminin işçilere ve köylülere karşı bir baskı rejimi haline gelmesi gerçeği anlaşılamaz. Kendi egemenliğini (pazarını) Kürtlerle paylaşmamak için Kürt hareketlerini ezme politikasını izleyen Kemalist burjuvazi, feodal güçlerle de uzlaşarak bir toprak reformuna en başından karşı çıkmış ve süreç içinde emperyalizmle de bağımlılık ilişkilerini geliştirmiştir.

Siyasal analizler sınıf ilişkilerinden ve mücadelesinden arındırıldığında 1968’lerde antiemperyalist hareketlerin dünya genelinde yükselişe geçmesiyle de bağlantılı olarak Türkiye’de ortaya çıkan devrimci hareketlerin Kemalist hareketin ve önderlik ettiği Kurtuluş Savaşı’nın cılız antiemperyalizmini sahiplenmesinden tıpkı Fatih Yaşlı’nın yaptığı gibi bu iki hareket arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurma noktasına varılabilmektedir. Oysa Yaşlı’nın kurduğu ‘varoluşsal’ ilişkinin aksine Türkiye’de işçi sınıfı hareketi ve sosyalist solun en güçlü olduğu dönem, bu hareketlerin Kemalizm ile birlikte yürüdüğü değil, ciddi bir hesaplaşmaya girdiği 1980 darbesi öncesi dönem olmuştur.

Türkiye’de Kemalizm ile sosyalizm arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurmayı amaçlayan en önemli girişim, 1960’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu’nun teorisyenliğini yaptığı YÖN hareketiydi. Bu hareketin çıkış noktası, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediği tespiti üzerinden sınıf mücadelesinin yerine “ordu-gençlik-sivil aydın zümre”nin geçirilmesi ve ucu “ilerici darbe”lere varan “kalkınmacı” bir siyasal hattın savunulmasıydı.

Bugün Fatih Yaşlı’nın Atatürkçülük ve sosyalist sol arasında var olduğunu iddia ettiği ilişki ya da kader ortaklığı, TKP’nin 2000’li yılların başında kurduğu “Yurtsever Cephe”nin de çıkış noktasıydı. TKP, İslamcı-liberal burjuvaziye karşı ordu ve bürokrasi içindeki “bağımsızlıkçı-ilerici” güçleri Yurtsever Cephe’de birleşmeye çağırıyordu ki aynı politika TKP’nin “sosyalizm” vurgusunun yerine “millilik” vurgusunu öne çıkararak Perinçek tarafından da savunuluyordu.

Bir burjuva hareket olarak Kemalizm/Atatürkçülük, kendisini var eden tarihsel süreç ve ilişkilerden kopartıldığında süreç içinde geçirdiği değişim de anlaşılmaz olmakta ve kendisine sınıflar üstü bir ilericilik vasfı yüklenerek “Yurtsever asker ve bürokratların Yurtsever Cephe’de birleşmeye çağrılması” mümkün olmaktadır. Oysa Cumhuriyet rejiminin bugün oldukça sınırlanmış kazanımlarının sahiplenmesi ile Atatürkçülükle kader birliğinin savunulması farklı şeylerdir. Çünkü Kemalist/Atatürkçü burjuvazi, 1921’de Mustafa Suphilerin Karadeniz’de boğdurulması ve 1922’de 1 Mayıs’ın yasaklanmasından bugüne Türkiye sol-sosyalist hareketi karşısında kendi sınıfsal tavrından hiç şaşmamıştır.”

“Yazının birinci bölümünde Fatih Yaşlı’nın “Atatürkçüler ile sosyalistlerin büyümelerinin koşullarından birinin siyaset sahnesinde birlikte var olmalarına” bağlaması eleştirilmiş, bu yaklaşımın bir burjuva hareketi olan Kemalizm’in/Atatürkçülüğün sınıflar üstü bir siyaset gibi ele alınmasından ve kendisine sahip olmadığı devrimci vasıfların yüklenmesinden kaynaklandığına işaret edilmişti. Yaşlı, bu yaklaşımın bir sonucu olarak Atatürkçüler ile sosyalistlerin “bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi başlıklarda birbirleriyle ortaklaşabildiklerini” iddia ediyor ve sosyalist solun görevini ise “Sınıf mücadelesi ile laiklik mücadelesini bir araya getirmek” biçiminde tarif ediyordu.

Peki, gerçekten bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi konularda Atatürkçüler ile sosyalistlerin ortaklaşabilmesi mümkün müdür?

Atatürkçülük ile sosyalizmi uzlaştırmaya çalışan YÖN’cüler, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediği tespiti üzerinden “Kapitalist olmayan yoldan kalkınma” ile bağımsızlığın sağlanabileceği tezini savunuyordu. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde Türk burjuvazisinin ucu emperyalistlerle uzlaşmaya açık cılız antiemperyalizmi dışında acaba Atatürkçülük sınıflar üstü “bağımsızlıkçı” vasıflara mı sahiptir?

Bugün artık YÖN’cüler gibi Türkiye’de kapitalizmin gelişmediğini iddia etmeyeceksek tekelci Türk burjuvazisinin bir eğilimini temsil eden Atatürkçüler ile sosyalistler (burjuvazi ile işçi sınıfı) nasıl bir bağımsızlık politikasında ortaklaşabileceklerdir?

Şu iki şey birbirine karıştırılmamalıdır: Bugün mesela Atatürkçü burjuva kesimlerin en azından bir bölümü NATO’dan çıkmayı savunabilir (Avrasyacılar gibi) ve evet bu, sosyalistlerin de talebidir. Ancak kimi sınırlı taleplerde farklı nedenlerle ortaya konan bu tutumlar üzerinden bağımsızlık politikasının ortaklaşması sonucu çıkmaz, çıkartılamaz.

Bağımsızlık sorununa yaklaşımın bir devamı olarak kendi yurtseverliğini Kürt ulusunu ezme ve ulusal varlığını yok sayma (Kürdistan pazarına egemen olma) üzerine kurmuş olan Atatürkçülük ile sosyalistlerin yurtseverliği ortaklaşabilir mi? Ulusların hak eşitliği üzerine kurulu olmayan bir yurtseverlik sosyalistlerin yurtseverliği olabilir mi?

Ancak Yaşlı ve onunla aynı görüşü savunan dostlarımız, Kürt sorununu bugünün sorunu olarak görmedikleri, daha doğrusu çözümünü sosyalizme havale ettikleri için olsa gerek yurtseverlik konusunda Atatürkçüler ile ortaklaşmanın mümkün olduğunu düşünüyorlar.

Kemalizm’in temel ilkelerinden halkçılık, “Türk halkı”nın ‘sınıfsız-zümresiz kaynaşmış bir kitle’ olduğu ve Kemalist iktidarın/devletin bütün halkın çıkarlarını gözettiği iddiasına dayanır. Eğer bugün artık sınıfların olmadığını iddia etmeyeceksek Atatürkçülükle hangi temelde bir halkçılık politikasında birleşebiliriz? Sosyalistler, sınıf çelişkisinin üstünü örtme amacını taşıyan bir ilkede Atatürkçülerle ortaklaşabilir mi?

Atatürkçüler için kamuculuk, ‘devletçilik’ ilkesinde ifadesini bulmaktadır. Eğer Atatürkçüler işçi sınıfı ideolojisini benimsemiyor ve sosyalizmi hedeflemiyorsa-ki, öyledir-onlarla hangi temelde bir ‘kamuculuk’ üzerinde ortaklaşmak mümkün olacaktır? Kapitalist mülkiyet değişmiyorsa “özel teşebbüs” ile “kolektif kapitalist” olan devlet işletmeciliği arasında tercih yapmak sosyalistlerin işi midir?

Burada da Yaşlı iki şeyi birbirine karıştırmış gibi görünüyor.

Neoliberal saldırganlığın bir biçimi olarak özelleştirme politikalarına karşı çıkmak ile devlet kapitalizmini savunmakla aynı anlama gelen “kamuculuk” farklı şeylerdir. Atatürkçüler ve bu arada Atatürkçülük ile sosyalizmi uzlaştırmaya çalışan YÖN’cüler, devleti sınıflar üstü bir güç olarak konumlandırdıkları için onlar devlet kapitalizmini savunmaktan başka bir anlama gelmeyen kamuculuğu halkçı bir politika olarak sahiplendiler.

Sosyalistler için özelleştirmeye karşı mücadele; işten atmalara, işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesine ve eğitim, sağlık gibi daha özel biçimde ele alınası gereken hizmet alanlarının ticarileştirilmesine karşı işçi sınıfı ve halkın mücadele ve bilincini geliştirmeye dayanan bir politika olarak savunuldu ve savunuluyor. Ancak bundan sosyalistlerin devlet kapitalizmini/kamulaştırmayı “çözüm” olarak sunmaları/savunmaları sonucu çıkartılamaz. Böylesi bir yaklaşım, ancak devleti sınıflar üstü bir “yapı” olarak görenlerin sınıf mücadelesini bulanıklaştırmasına, işçi sınıfının mücadele ve hedeflerinin çarpıtılmasına hizmet eder.

Dile getirilen ortaklaşma alanları arasında laiklik en temel ortaklaşma noktası olarak öne çıkıyor ve dahası Yaşlı, laisizmi sosyalistler için sınıf mücadelesine koşut bir mücadele alanı olarak tanımlıyor.

Oysa bugün laiklikle ilgili sınırlı kazanımları korumak için Atatürkçüler ve diğer kesimlerle birlikte mücadele etmek ile onlarla laisizm konusunda ortaklaşmak farklı şeylerdir. Çünkü sosyalistlerle Atatürkçülerin laiklik sorununa yaklaşımı aynı değildir.

Kemalistler, Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde dini bir karakter taşıyan Osmanlı feodal devletinin üst yapıdaki kurumlarıyla (saray ve halifelikle) Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde mücadele ettiler. Ancak laikliğin toplumsal temellerini yaratmak üzere feodalizmin tasfiyesini sağlayacak bir toprak devrimine de yönelmediler. Laikliğin toplumsal temellerini yaratacak bir dönüşüm için gerekli adımların atılmaması, dinin kontrol altında tutulması için devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması gibi çarpık bir laiklik anlayışını ortaya çıkardı. Bu çarpıklığın bir sonucu olarak, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra dinci örgütlenmelere ilk tavizlerin yine İnönü ve M. Kemal’in mücadele arkadaşlarının başında yer aldığı CHP tarafından verilmesi de rastlantı değildi. Dünyada ortaya çıkan dengelere bağlı olarak “komünizme karşı din kartı” sahneye sürülmüş; “imam hatip kursları” açılarak seçmeli din dersi müfredata eklenmişti-ki son seçimlerde CHP Lideri Kılıçdaroğlu istismarcı bir anlayışla dinci kesimlerin oylarını alabilmek amacıyla sık sık ilk imam hatiplerin CHP tarafından açıldığı propagandasını yaptı.

Dini denetim altında tutmak amacıyla kurulan diyanet işleri başkanlığının bugün adeta bir şeyhülislamlık haline gelmesi, Atatürkçü laikliğin çarpıklığından ve onun yol açtığı sonuçlardan bağımsız ele alınamaz.

Son olarak Fatih Yaşlı arkadaşımızın laikliği sosyalistler için sınıf mücadelesine koşut bir mücadele alanı olarak öne sürmesinin Kemalistlerin toplumsal temellerini oluşturmak için gerekli adımları atmadan laikliği savunmalarına benzediğini vurgulamak gerekiyor.

Dinin devletten ayrılması, devlete bağlı bütün dini kurum ve örgütlenmelerin tasfiye edilmesi, devletin bütün din ve inançlar karşısında yansızlığı ve inanma-inanmama özgürlüğü temelinde bir laisizmin işçi sınıfı partisinin, sosyalist partilerin programının önemli başlıklarından biri olduğu kuşku götürmezdir. Ancak bugün laiklik için mücadeleyi sınıf mücadelesine koşut bir mücadele alanı olarak öne sürmek aslında dinin, tarikatların etkisi altındaki milyonlarca işçi-emekçinin daha en başından kaybedilmesi anlamına gelir. Çünkü dinin etkisi altındaki işçi-emekçiler kapitalizmle temel çelişkileri üzerinden sınıf mücadelesine kazanılmadan din ve hurafelerin etkisinden kurtulamazlar ve bu süreçte laikliği, sınıf mücadelesine koşut bir mücadele olarak dayatmak, onları kazanmayı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Lenin, Engels’in soruna yaklaşımını açıklarken aynı zamanda Marksistlerin tutumunu da özetliyordu: “Engels Blanquistleri, sadece işçi kitlelerinin sınıf mücadelesinin, proletaryanın en geniş katmanlarını çok yönlü bir şekilde sınıf bilinçli ve devrimci bir toplumsal pratiğin içine çekerek, ezilen kitleleri gerçekten dinin boyunduruğundan kurtaracak durumda olduğunu, buna karşılık dine karşı savaşı işçi partisinin politik görevi ilan etmenin anarşist bir lafazanlık olduğunu anlayacak durumda olmamakla suçlar.” 1

Bugün sosyalist solun da bu ülkenin işçi-emekçilerinin ihtiyacı Atatürkçülük değil, sınıf mücadelesinin doğru bir zeminde ele alınıp büyütülmesi ve buna hizmet etmek üzere halkın acil sorunları etrafında öncelikle kendi aralarındaki mücadele birlikteliklerini sağlamalarıdır.”

‘ATATÜRKÇÜLÜK EMEK DOSTU DEĞİLDİR’

Yine Evrensel yazarı Mustafa Yalçıner de Yusuf Karataş’la benzer fikirde olduğunu ima eden İşçi sınıfı sonbaharı yazdan çok ısıtacak görünüyor… başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Yalçıner de Kemalizm’i egemen sınıf ideolojilerinden biri olarak değerlendiriyor: “Ancak baştan altını çizerek ilerleyelim ki geçim zorluğu içinde olanlarımızın bir bölümünün “Atatürkçü” olduklarına inanmaları, “Atatürkçülüğü” bir emek hareketi ya da emek dostu yapmıyor. Tıpkı AKP ve MHP’yi yapmadığı gibi.”

Yalçıner, sosyalistlerin Atatürkçülerle birlik olmak gibi bir görev olmadığını da vurguluyor: “Geçim derdi çekenlerin bir bölümü Atatürkçülükten etkileniyor diye Atatürkçülerle birlik kurup AKP ve MHP’den etkilenen işçi ve emekçileri kaderlerine ya da daha doğrusu gericiliğin etkisine terk etmek tabii ki sosyalistlerin işi olamaz. Onlar, işçilerin bilincini çarpıtmak açısından sınıf içinde çok daha etkili ve örgütlüler.”

Cumhuriyet’ten Ergin Yıldızoğlu Kemalizm üzerine kısa bir not başlıklı yazısında Kemalizm’i “radikal bir çekirdeği” olduğunun altını çizerek, evrensel ve tarihsel tanımlamalar yapıyor. Yıldızoğlu, Kemalizm’in bugünkü ‘radikal çekirdeği’nin sosyalistler olduğunu yazıyor.

Yıldızoğlu’nun yazısı şöyle:

“Cumhuriyetin geleceği üzerinde ne zaman soru işaretleri oluşmaya başlasa, Cumhuriyet “olayına” sadakati temsil eden Kemalizmi savunmaya ya da reddetmeye ilişkin tartışmalar canlanır. Siyasal İslamın rejimi, “dinci faşizm” altında, CHP’nin kronik fiyaskolarına bir yenisi eklendikçe bu tartışmalar daha da yoğunlaştı, dahası Kemalizm, siyasi yelpazenin en sağından en soluna, isteyenin içine kendi niyetlerini yazabileceği bir “boş göstergeye” dönüştü.

KEMALİZMİ DÜŞÜNMEK

Öyleyse, “Kemalizm nedir” sorusu özellikle önem kazanıyor. Bu bağlamda iki yaklaşım söz konusu olabilir. 1) O soru üzerinde düşünürken Kemalizmin, bileşenlerinin, aralarındaki kimi çelişkilere karşın, “bütünlüklü” bir dünya görüşü olduğu varsayılabilir. 2) Cevap, “bir bütün” oluşturdukları varsayılan parçaların, tarihsel (zamana-mekâna ilişkin), kimi zaman birbiriyle çelişebilen özelliklerinde değil, bu parçaları bütünleştiren “radikal çekirdekte” aranabilir.

Peki, Kemalizmin böyle bir “radikal çekirdeği” var mıdır? Bence, Kemalizmin başka zamanlarda, mekânlarda da geçerli evrensel bir “radikal çekirdeği” vardır.

Kemalizmin belli tarihsel koşullardan kaynaklanan bileşenleri, başka tarihsel koşullarda ve mekânlarda, bu “radikal çekirdekten” bağımsız hayata geçirilemez. Dahası böyle, Kemalizmi, çoğu zaman tek bir bileşenine indirgeyerek pratiğe geçirme iddiaları (12 Mart ve 12 Eylül rejimleri) hızla canavarlaşır.

TARİHSEL VE EVRENSEL…

Alev Coşkun’un, Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay (2008) başlıklı çalışması, Kemalizmin, özgün tarihsel koşullar içinde doğan radikal çekirdeğini ve onun evrensel yanlarını görmeye yardımcı olabilecek bir perspektif sunuyor.

Kemalizm, emperyalist sistemin paylaşım savaşlarının başladığı, bir taraftan bir proletarya devriminin patlak verdiği, diğer taraftan faşizmin mayalandığı bir dünyada, çökmeye, paylaşılmaya başlamış bir imparatorluğun siyasi, kültürel coğrafyasının özgün tarihsel “durumu” içinde ortaya çıktı.

O “durum” içinde imparatorluğun egemen sınıflarının seçkinleri bir çıkış yolu ararken genel eğilim (gerektiğinde emperyalist merkezlerle de anlaşarak) imparatorluğun restorasyonu doğrultusundaydı. Çıkış yolunun, ulusal bağımsızlık ve Cumhuriyet (res publica: halkın iktidarı) biçimini alacağına ilişkin bir öngörü henüz yoktu. Alev Coşkun, başlangıçta egemen eğilimi benimsemiş olan Mustafa Kemal’in, kısa sürede, dönemin tarihsel koşulları içinde restorasyonun olanaksızlığını kavradığını anlatıyor. 6 Ay’ın sonunda, Mustafa Kemal hem restorasyon düşüncesini hem de “durumun” merkezini terk ederek bir “ulusal bağımsızlık ve cumhuriyet” projesine yöneliyor. Tabii ki başkaları bu liderliği benimsemeseydi, bu proje söner, şu veya bu ülkenin sömürgesi, mandası olacak bir “yapı” şekillenirdi.

Kemalizmin evrensel radikal çekirdeği buradadır: 1) Var olan devlet biçimi ve ekonomik kültürel “yapı” içinde bir restorasyon fantezisini reddetmek. 2) “Yarı sömürge”, sultanlık devletinin işgal altındaki enkazından, yeni bir ulus devlet, bir cumhuriyet yaratmaya kalkışmak. 3) Sultanlıktan devralınacak toplumu, sanayileşen bir kapitalizmle, onu destekleyecek rasyonel, seküler, laik, giderek demokratik kültürü geliştirecek reformlarla yeniden şekillendirmek için savaşmaya başlamak.

Kemalizmin tanımını, Cumhuriyetin kuruluşu sırasındaki, tarihsel koşullardan kaynaklanan belli reformlarda, politikalarda değil, onun bunları, betimleyerek harekete geçiren radikal çekirdeğinde aramak gerekiyor.

Bugünün tarihsel koşullarında Kemalizmin radikal çekirdeği, restorasyon yerine, var olanı aşan bir yenilenmeyle, verili ekonomik, siyasi, kültürel, hatta ahlaki sınırları kabullenmeyen bir “düşünce” ve pratik yaratmakla ilgilidir. Tarihsel anlamda, bir kapitalist-ulus projesi olan Kemalizmin bugün gerçek mirasçısı, bu radikal çekirdeği yadsırken Kemalizmi ağzından düşürmeyen CHP ve diğer düzen partileri değil, sosyalist harekettir. Diyalektik işte!”

“TEK EKSİKLİĞİMİZ ATATÜRKÇÜLÜK MÜ”

Fatih Yaşlı, Bir anomali hali: Atatürkçülüğün yokluğu yazısına yazılan yanıt niteliğindeki yazıların ardından Tek eksikliğimiz Atatürkçülük mü? Başlıklı yeni bir yazı kaleme aldı.

Yaşlı’nın yazısı şöyle:

“Geçen hafta bu köşede yayınlanan “Bir anomali hali: Atatürkçülüğün yokluğu” adlı yazı hayli okundu ve tartışıldı. Yazıya doğrudan yanıt olarak Yusuf Karadaş Evrensel’deki köşesinde 25 ve 26 Ağustos’ta “Meğer tek eksiğimiz Atatürkçülükmüş” başlığıyla iki yazı yazdı. Ergin Yıldızoğlu’nun Cumhuriyet’te yayınlanan 28 Ağustos tarihli yazısının adı “Kemalizm üzerine kısa bir not”tu. Dün de Mustafa Yalçıner Evrensel’deki köşesinde yer alan “İşçi sınıfı sonbaharı yazdan çok ısıtacak görünüyor…” adlı yazısında hem benim yazıma hem de Karadaş’ınkilere değiniyordu.

Aslında yazıyı yazarken benim esas derdim sol içerisinde zaten yıllardır yapılan ve herkesin söylemesi gereken her şeyi söylediği bir tartışmayı, “sol ve Kemalizm” tartışmasını yeniden başlatmak değildi. Yazıda temel olarak iki şeye dikkat çekiliyordu: Birincisi, kendisini Atatürkçü olarak nitelendiren milyonların siyaset sahnesinde Atatürkçülük doğrultusunda temsil edilmiyor oluşuna ve ikincisi, bunun sosyalist siyaset üzerindeki olumsuz etkisine.

Yazının derdi ise siyasetin hızla sağa çektiği bir ülkede Atatürkçü halk kitlelerini soldan kapsayacak bir öznenin varlığına duyulan ihtiyaca işaret etmekti. Böyle bir öznenin mevcut olmaması hem özellikle genç kuşağı faşist akımlar tarafından kolayca kapsanabilir hale getiriyor hem de solun toplumsallaşmasını ve etki alanını genişletmesini kolaylaştıracak faktörlerden birinden yoksun olunması anlamına geliyordu.

Karadaş yazdığı yazılarda, benim yazımdan yola çıkarak ve kendi durduğu siyasal hat üzerinden “sol Atatürkçülüğe/Kemalizm’e nasıl bakmalı” sorusuna bir yanıt verdi. Bunu yaparken de aynı zamanda sosyalist mücadelenin bugün nasıl verilmesi gerektiğine dair düşüncülerini aktarmış oldu.

Burada tekrar Kemalizm’in sınıfsallığına, Cumhuriyet’in kuruluşunun bir burjuva devrimi olduğuna, kurucu kadroların kapitalizm tercihlerine değinmeyeceğim. Bunlar zaten biliniyor, üzerlerine çokça şey yazıldı çizildi. Dolayısıyla Karadaş’ın kurucu ideoloji olarak Kemalizm’in sınıfsal karakterini tekrar hatırlatmasına gerek bulunmuyor, ben bunları unuttuğum ya da bilmediğim için yazmamış değilim, bahse konu yazının derdi başka olduğu için değinmeye gerek duymadım sadece.

Ancak Karadaş’ın ve solun bir kısmının Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini eksikli, diyalektik metodu yeterince kullanmadan ve çubuğu sadece bir yere bükerek okuduklarını, bunun da hatalı olduğunu düşündüğümü belirtmeden de geçemeyeceğim.

Sözünü ettiğim bakış açısı, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine baktığında sadece etnik ve dini çatışmaları, sadece “devlet aklı”nı ve sadece sürecin “karanlık yüzü”nü görüyor ve oraya odaklanıyor. Elbette ki bu sürece baktığımızda 1915’i, Mustafa Suphi’leri ya da Dersim’i de görüyoruz ama bütün bir modernleşme sürecini katliamlara ya da etnik meselelere indirgeyerek okumanın kendisinde çok ciddi bir problem var.

Monarşiden Cumhuriyet’e, tebaadan yurttaşa, ümmetten ulusa geçiş adına atılan adımlara, hilafetin ilgasına, medeni kanuna ve daha birçok ilerici hamleye bakmayan, bunların tarihsel ilerleme adına ne anlama geldiğini ve nasıl büyük bir önem taşıdığını görmeyen ve küçümseyen bu okuma biçiminin tarihsel olanı da güncel olanı da yeterince anlama şansı bulunmuyor.

Diyalektik, yani bütünsel bakıştan yoksun bu okumanın liberalizmle dirsek temasında olduğu ise çok açık. İttihatçılık ve Kemalizm’i bütün bir modernleşme tarihini anlamak için kullanan, bunlara tarih ve sınıflar üstü bir öz atfeden, devletin kesintisiz olarak bu zihniyetler tarafından yönetildiğini öne sürerek yine tarih ve sınıflar üstü bir devlet tarifi yapan, Türkiye tarihini sınıflar mücadelesi üzerinden değil merkez-çevre ikiliği üzerinden okuyan liberal bakış açısının izleri var maalesef burada. Bu ise bizi bütün bir modernleşme sürecini mahkûm etmeye, kötülemeye ve inkâra götürüyor ki bunun Marksizm olmadığı çok açık.

Neyse, bu yazının da esas derdi kurucu ideoloji olarak Atatürkçülüğün/Kemalizm’in ne olduğu ya da solun ona nasıl bakması gerektiği değil. Bu yazıda Karadaş’ın söylediklerinden yola çıkarak güncel siyasete dair kimi önemli gördüğüm noktalara değineceğim.

İlk olarak bugün Türkiye’de Atatürkçülük ya da Kemalizm, ordu da dâhil olmak üzere, devletin ideolojisi değil; üstelik bu yeni bir olgu da değil. Uzun zamandır, AKP öncesinden beri devam eden “dekemalizasyon” sürecinin bir sonucu. Dolayısıyla mücadele edilecek bir resmi ideoloji olarak Atatürkçülük yok karşımızda. Kimi liberallerin öne sürdüğü üzere Erdoğan da Kemalistleşmiş falan değil; AKP Atatürk’le kavga etmenin beyhudeliğini gördüğü için tarihsel hakikatinden arındırılmış bir Atatürk imgesi yaratıyor sadece.

İkincisi, Atatürkçülük bugün TÜSİAD da dâhil, sermaye fraksiyonlarının hiçbirinin ideolojisi değil. Bankalar, şirketler, holdingler, ulusal günlerde istediği kadar duygusal reklamlar çekip insanları ağlatsınlar, sermaye düzeninin meşruiyeti Atatürkçülükten ya da Cumhuriyet ideolojisinden türemiyor günümüz Türkiye’sinde. İşçi sınıfı bunun üzerinden yönetilmiyor, emekçilerin rızası bunun üzerinden tesis edilmiyor. Düşük değerli TL ve ucuz emeğe dayalı ihracatçı birikim rejiminin siyasal İslam’a, tevekküle, cemaatlere, tarikatlara, imam-hatiplere ihtiyacı var bugün. Yaratılan emek cehennemi ancak bu şekilde sürdürülebilir çünkü.

Dolayısıyla bugün yönetici sınıfların her hangi bir fraksiyonunu ya da kliğini Atatürkçü ya da Kemalist diye adlandırmak mümkün değil. Kurucu ideoloji olarak Atatürkçülüğün ya da Kemalizm’in kendisi burjuva karakterli olsa da Türkiye burjuvazisi için artık herhangi bir kullanım değeri yok bunların. Günümüz Türkiye kapitalizminin hegemonik projesi İslamcılığa dayanıyor, iktidar teknolojileri kamusal, siyasal ve toplumsal yaşamın milliyetçilik soslu bir şekilde İslamize edilmesi üzerinden işliyor.

Bu nedenle Karadaş’ın söylediğinin aksine, “Atatürkçüler” dediğimiz zaman sermayenin bir fraksiyonuna ya da devlet içi bir hizbe işaret etmiyoruz artık, çünkü ortada böyle bir olgu yok. Atatürkçülük bugün halkın geniş kesimlerini ortaklaştıran ve AKP karşıtlığının merkezinde durduğu bir duygu durumu, bir kendini tanımlama, adlandırma hali.

Bu geniş kesimler ise yine Karadaş’ın iddia ettiğinin aksine, burjuva falan değiller; Atatürkçü dediğimizde Koç’tan, Sabancı’dan, TÜSİAD üyelerinden vs. söz etmiyoruz artık. Giderek yoksullaşan, beyaz yakalı diye tabir ettiğimiz alt-orta sınıflar kendisini Atatürkçü olarak tarif ediyor, böyle görüyorlar, sahiden Atatürkçü denilebilecek birileri varsa işte bu insanlar.

Bu nedenle sosyalistlerin Atatürkçülerle ittifakından bahsetmek burjuvazi ile ya da devlet içi bir klikle ittifak yapmak anlamına gelmiyor. Kendisini Atatürkçü olarak gören ama kültürel olarak soldan beslenen, yüzü sola dönük, emeğiyle geçinen, yani işçi sınıfına dâhil olan geniş halk kesimlerinin birtakım asgari müşterekler üzerinden sosyalist mücadeleye dâhil edilmesine dair bir stratejiden bahsediyoruz.

Karadaş Atatürkçülüğü burjuvaziyle özdeşleştirdikten ve emeğiyle geçinen milyonları işçi sınıfı tanımının dışına ittikten sonra sosyalistlerin geleneksel, yani mavi yakalı işçi sınıfına laiklikten söz etmemesi gerektiğini, laiklik mücadelesinin daha baştan dindar hassasiyetleri yüksek işçileri kaybetmek anlamına geleceğini söylüyor.

Burada yine çok ciddi bir diyalektik/bütünlüklü bakış yoksunluğu var. Bugün Türkiye’de sermaye düzeninin hegemonyası siyasal İslam üzerinden tesis ediliyorsa, işçi sınıfını ehlileştirmek ve düzen dışına çıkmasını engellemek için din kullanılıyorsa, iş başında rejim inşa eden ve devletleşmiş İslamcı bir parti varsa ve bu parti sermaye düzeninin bekası adına her şeyi yapıyorsa elbette ki laiklik de sınıf mücadelesine dâhildir, elbette ki emeğin sömürüsüyle dinin sömürüsü arasındaki varoluşsal ilişkinin teşhir edilmesi bir zarurettir. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey geniş kitlelerin “laiklik en çok yoksula, emekçiye lazım” demesidir ve bu, sınıf mücadelesinin en güncel ihtiyaçlarından biridir.

Son olarak, aslında Karadaş’ın her iki yazısının da kilit noktası ve esas kaygısı olduğu rahatlıkla anlaşılabilen “Kürt sorunu”na gelecek olursak, bugün Atatürkçü kitlelerin önemlice bir bölümü için bu soruna bakışa milliyetçiliğin damgasını vurduğu açıktır. Ancak aynı kitlenin, HDP’ye oy verme ya da Demirtaş’a sempati duyma gibi örneklere ya da sekülarizm ortak paydasına bakıldığında, Kürt sorununda diyalog kurulabilecek, sorunun siyasi karakterine ve barışçıl çözümüne ikna edilebilecek bir nitelik taşıdığı açıktır. Fakat bu kitlenin, onları sol değerler üzerinden temsil eden bir özne siyaset sahnesinde olmadıkça, giderek radikal bir milliyetçiliğe sürükleneceği de açıktır ki zaten şu an yaşanan tam olarak budur.

Velhasıl, Türkiye’de siyasetin böylesine sağa çektiği bir dönemde Atatürkçü milyonların siyasette temsilsizliği ve ilerici potansiyelinin siyaset sahnesine taşınmaması, sol için de bir engel teşkil etmekte, onun kitleselleşmesini ve toplumsallaşmasını engelleyen faktörlerden biri olmaktadır. Yani “tek eksiğimiz Atatürkçülük” değildir elbette ama bu, ülke siyasetinin önemli bir eksikliğidir ve bizim de üzerimizde olumsuz bir etki yaratmaktadır.

Bağımsız, kitlesel ve toplumsal bir güç olmak isteyen, önceliğini kendi ajandasının oluşturduğu ve iktidarı hedefleyen bir sol milyonlarca kişilik bir kitleyi elinin tersiyle bir kenara atamaz; bilakis görevimiz o kitleyle dirsek teması kurmak, birlikte yürüyecek bir yol açmak, kimi müştereklerde ortaklaşmak ve dönüştürücü bir ilişkiyi inşa etmektir. Bunun için ise hem tarihe hem de bugüne diyalektik yöntemle bakmak şarttır.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Deneme bonusu veren siteler
esenyurt escort
erzurum escort
Deneme bonusu veren siteler
ultrabet
denizli escort
Pendik Escort
avcılar escort
esenyurt escort
beylikdüzü escort
istanbul escort
istanbul escort
bahçeşehir escort
bakırköy escort
şirinevler escort
şişli escort
esenyurt escort
avcılar escort
pendik escort
bonus hunt
betmarlo
egt oyna
pragmatic slot oyunları
barn festival
dog house megaways
betibom
sweet bonanza
tombala oyna
aresbet
wild west gold oyna
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
markaj giriş
sweet bonanza
sugar rush
diyarbet
diyarbet
diyarbet
gates of olympus oyna
big bass bonanza oyna
trwin
diyarbet
diyarbet
casipol
casipol
casipol
betingo
egt oyna
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
aviator oyna
aviator giriş
tombala
denizli escort
Pendik Escort
avcılar escort
esenyurt escort
beylikdüzü escort
istanbul escort
istanbul escort
bahçeşehir escort
bakırköy escort
şirinevler escort
şişli escort
esenyurt escort
avcılar escort
Deneme bonusu veren siteler
deneme bonusu veren siteler
Deneme bonusu veren siteler
bonus hunt
betmarlo
egt oyna
pragmatic slot oyunları
barn festival
dog house megaways
betibom
sweet bonanza
tombala oyna
aresbet
wild west gold oyna
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
diyarbet
markaj giriş
sweet bonanza
sugar rush
diyarbet
diyarbet
diyarbet
gates of olympus oyna
big bass bonanza oyna
trwin
diyarbet
diyarbet
casipol
casipol
casipol
betingo
egt oyna
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
casipol
aviator oyna
aviator giriş
tombala
footer link satın al
tanıtım yazısı satın al
backlink satın al